Hz. Peygamber Dönemindeki Serriyelere Psikososyotarih (Pst)AÇISINDAN BİR BAKIŞ

Doç. Dr. Cuma KARAN 2024-10-08

Hz. Peygamber Dönemindeki Serriyelere Psikososyotarih (Pst)AÇISINDAN BİR BAKIŞ

Öz 

Bütün insanları aynı özden yaratan Allah, insanlar arasında bu anlamda bir ayırım koymamış ve onlara verdiği nimetlerde de bir kısıtlamaya gitmemiştir. Dünya ninetlerini inanan inanmayan herkesin herhangi bir kısıtlama yapmadan istifadesine sunmuştur. Kâinatın en şerefli varlığı olarak da bu nimetleri insanlığın emrine vermiştir. Yaratıcı ve yaşadığımız âlem açısından kâinata baktığımızda bizler bazı ortak noktalarla bu kâinat âleminindi birbirimize bağlı birer farklı ailelere mensup olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın ait olduğu bu aileleri üç kategoriye ayırmak mümkündür. Bunlar; İnsanlık ailesi, İnananlar ve Ehl-i Kitap ailesi ile Mü’minler ailesidir. İnsanın mensup olduğu en geniş olan İnsanlık ailesi noktasında “Bütün İnsanlar tek bir ümmettir”; “Bütün insanlar tek bir özden yaratılmış ve çoğaltılmışlardır.” ifadeleriyle yaratıcı ve yaratılış açısından insanlar arasında bir ayrıma gidilmemiştir. “Ey Âdemoğulları!” tabirinde de aynı şekilde bütün insanlar kastedilmiştir. İsrâ Suresi’nde ise daha açık bir şekilde “Biz âdemoğluna ikramda bulunduk.” denilerek insanlar arasında; yaratmada ve nimetlendirmede ayrım ve ötekileştirmeye gidilmeden herkesin “kul” olarak muhatap alındığı net bir şekilde ifade edilmiştir. Hz. Peygamber de “Veda Hutbesinde”, ötekileştirmeye, aşağılamaya, ayrıştırmaya karşı kıyamete kadar geçerli olacak olan şu hakikatleri haykırmıştır: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz bir, atanız birdir. Arap’ın aceme, acemin de Arap olmayana herhangi bir üstünlüğü olmadığı gibi; beyazın siyaha, siyahın da beyaza bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva (Allah’tan sakınma) iledir.” Bu emrin üzerinden on dört asır geçmiş olmasına rağmen bugün yaşadığımız gezegende hala insanların ırklarından, ten renklerinden, siyah beyaz ayrımı yapılarak siyahlar için beyazlar için ayrı mekânların tahsis ediliyor olması insanlık ailesinin ahlak ve hukuku açısından acı bir durumdur. İslam bunu on dört asır cahiliyye adet olarak adlandırmış ve tarihin çöplüğüne atmış, insanların rengine, inancına bakmadan “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” ilkesiyle insanlık ailesinin sorumluğunu net bir şekilde ifade etmiştir. İnsanların dâhil olduğu ikinci daha küçük aile ise Ehl-i Kitap dediğimiz İnananlar ailesidir. Gerek Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde gerekse İslâm tarihi kaynaklarında Ehl-i Kitap ile olan ilişkiler hakkında, Medine döneminden başlamak üzere çok sayıda bilgi ve yaşanmış örnek vardır. Medine’de ikâmet eden Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlarla aynı devlet çatısı altında bir arada yaşamaları, o zamana kadar tarihte nadir görülen durumlardandır. Bu huzur ortamının başta Hz. Peygamber olmak üzere Müslümanlar tarafından sağlandığı ise akıldan çıkarılmamalıdır. Zira Hz. Peygamber’in hicretinden önce Medine’nin sakinleri arasında cereyan eden savaşlar, kan davaları ve asabiye problemleri olduğu bilinmektedir. İslâm tarihine, Medine Vesikası olarak geçen 49 maddelik sözleşme, Ehl-i Kitap ile Müslümanların aynı mekânı paylaşarak belli kurallar çerçevesinde, bir süreliğine de olsa âdeta bir birlikte yaşama sanatı sergilediklerinin yazılı belgesi olmuştur. Günlük sosyal hayatta Hz. Peygamber de Ehl-i Kitab’ı ötekileştirmeden, onlardan borç alabilmiş ve onlarla olan insanî ilişkilerini sürdürmüştür. Müslümanların Ehl-i Kitap ile beraber yaşadı dönemlerin en güzeli Endülüs’de kendini göstermiştir. Mağribi/Faslı Müslümanların ve Hıristiyanların aynı bölgede yan yana beraberce yaşadığı bir yer ve İslâm’ın farklılıklarla beraber yaşam modelinin adeta sembolü olmuştur. “Bu anlamda Doğu ile Batı kültür ve medeniyetlerinin motiflerini harmanlayan sekiz yüzyıllık bir tarihsel serüvene beşiklik eden Endülüs zengin bir tarihî miras bırakmıştır.İnsanlar grubunda dâhil olduğumuz üçüncü aile grubu ise Mü’minlerin oluşturduğu ailedir. Yaratıcı; “Mü’minler kardeştir.” emri mucibince Müslümanları aynı ailenin birer eşit ve kardeş bireyleri olarak ilan etmiştir. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettikten kısa süre sonra yaptığı işlerin başında “Muâhât/kardeşleşme” dediğimiz kardeşlik projesi yer aldı. Ensar ve Muhacirler arasında gerçekleştirilen birebir kardeşlik sözleşmesi, Medine’de kurulan İslâm devletinin sağlam bir sosyal yapı üzerine inşa edilmesini sağladı. Medine’ye hicretin hemen akabinde Hz. Peygamber’in inşa ettiği “Ensar-Muhacir kardeşliği” karşılıklı dayanışma hususunda İslâm tarihinde zirve bir nokta olmuştur. “Sizden biriniz başka birini, bir topluluk da başka bir topluluğu alaya almasın!” şeklindeki ilahi uyarı, insanlar arasında ötekileştirmenin her türlüsünü yasaklamıştır. Asr-ı Saâdeti’de Hz. Peygamber’in rehberliğinde bu ilahi öğretiler, topluma uygulamalı bir şekilde öğretilmiştir. Müslümanlar, “Medine Sözleşmesi” çerçevesinde Yahudi, paganist ve daha sonra civar yerlerden ilhak olunan Hıristiyanlarla aynı coğrafyada beraberce adil bir yaşamın temelini atmışlardır.

Giriş

Bir dişi ve bir erkekten insanlığı yaratan Allah, insanlığı kendisinden var ettiği Hz. Âdem ve Havva’yı “İnsanlık ailesinin atası” olarak dünyaya göndermiştir. Ayna atadan gelen hiçbir bireyin ırkı, rengi, coğrafyası, soyu-sopu nedeniyle diğerinden üstün olamayacağı, gerçek üstünlüğün ancak Allah’tan sakınmada olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de önemle vurgulanmış1 ve yaratılan her insana başta yaşam hakkı olmak üzere birçok özgün haklar verilmiştir. İlahi emirleri insanlara ulaştıran ilk elçi Hz. Âdem’den son elçi Hz. Muhammed’e kadar inen bütün buyruklarda yaratılış itibariyle bireylerin yaratılıştan gelen eşit haklara sahip olduğu, kimsenin kimseden bu itibarla üstün ya da aşağı olmadığı anlayışını görmekteyiz. Peygamberlik silsilesinin son halkasını oluşturan Hz. Peygamber, bu ilahi emrin muhatabı ve elçisi olmakla beraber Medine İslâm devletinin de lideriydi. Bu liderlik sıfatı sadece Müslümanlar için değil aynı zamanda orada yaşayan diğer din mensupları için de geçerliydi. Zira Hz. Peygamber, Medine site devletinde Müslümanlar azınlık olmasına rağmen, oranın yerlisi olan Medineli Yahudilerle “Medine Sözleşmesini” imzalamış; böylelikle farklı kitlelerle ve değişik inanç mensuplarıyla beraber yaşayarak insanlık ailesine bu yaşama tecrübesini büyük bir miras olarak bırakmıştır. İslâm dini mensuplarına; İnsanlık (Beni Âdem) ailesi, İnananlar/Ehl-i Kitap ailesi ve Müslümanlar ailesi olarak yekdiğerini tenkir ve tahkir etmeden, beraberce yaşamanın ilkelerine uymayı emretmiştir. Başta Asr-ı Saâdet ve sahabe dönemi olmak üzere İslâm tarihinin değişik dönemlerinde bu uyumun zirve yaptığını görmekteyiz. Yeryüzünün kan koktuğu günümüzde, insanlık o tarihî beraberliğe hasrettir. Maddeci ve pragmatist bir kültürün tezahürü olan günümüz Avrupa medeniyeti, 21. yüzyılda sözde “insanlık değerlerinin bayraktarlığına soyunmasına” rağmen, tarihî seyir içerisinde adalet ve eşitlik açısından arzulanan seviye noktasında herhangi bir değişim göstermemiştir. Bu çalışmada İslâm’ın ilk döneminden itibaren -genelden özele doğru- üç aile olarak tasnif ettiğimiz; insanlık, Ehl-i kitap ve Müslümanlar ailesinin bireyleri arasında başta Kur’ân-ı Kerîm’deki ayetler olmak üzere hadis ve İslâm hukukunun, insan kavramına bakışının ne olduğu konusuna değineceğiz. Yine bu konuda adeta İslâm tarihinde bu anlamda bir sembol haline gelen Endülüs’ten örneklerle bu konunun tarihsel yansımalarına bakacağız. 

1. Allah Katında İnsanlık Ailesinin Bireyi Olarak İnsan

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinde “Ey insanlar!” hitabına mazhar olan insanoğlu, Allah katında saygın ve en değerli varlık olarak yaratılmıştır. Bütün insanları “bir özden, bir nefisten” , “bir dişi ve bir erkekten” yaratan Allah, onları yaratırken herhangi bir ötekileştirmede bulunmadığı gibi, yeryüzünde kendisine verdiği nimetler açısından da bir ayrıma tâbi tutmamıştır. Yüce yaratıcı, “Ey insanlar! Yeryüzünde sizler için yaratılmış bütün nimetlerden temiz ve helalinden olanları yiyin. Ancak şeytana uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” uyarısıyla –inanan veya inanmayan ayrımı yapmaksızın- “insanlık ailesinin” bireyleri olan bütün insanlara yeryüzündeki nimetleri yarattığını; yine “şeytanın” tüm insanlık için acımazsız bir düşman olduğunu bildirmiş, nimetlerinin taksimi ve ortak düşmanın takdiminde herhangi bir ayrıma ve ötekileştirmeye gitmemiştir. “Bütün İnsanlar tek bir ümmettir” ; “Bütün insanlar tek bir özden yaratılmış ve çoğaltılmışlardır.” ifadeleriyle yaratıcı ve yaratılış açısından insanlar arasında bir ayrıma gidilmemiştir. “Ey Âdemoğulları!” tabirinde de aynı şekilde bütün insanlar kastedilmiştir. İsrâ Suresi’nde ise daha açık bir şekilde “Biz âdemoğluna ikramda bulunduk.” denilerek insanlar arasında; yaratmada ve nimetlendirmede ayrım ve ötekileştirmeye gidilmeden herkesin “kul” olarak muhatap alındığı net bir şekilde ifade edilmiştir. Buna benzer birçok ayette yüce Allah Hz. Âdem’in şahsında “insanlık ailesinin” her bireyinin özel ve değerli olduğunu vurgulayarak varlıklarının devamı için bütün kâinatı da o bireylerin emrine verdiğini ifade etmiştir. İnsanın hürriyet, mülkiyet, eşitlik ve inanç gibi doğuştan sahip olduğu hakları vardır. Bu haklara sahip olmak için insan olma dışında herhangi bir şart aranmamıştır. Tüm insanlar sırf insan, Allah’ın birer kulu oldukları için bu haklara sahiptirler. İnsanın beşeriyet durumu ortadan kalkmayacağına göre bu haklar da ortadan kalmayacaktır. Bu husus, Allah’ın insanlar arasında Rahmâniyeti’nin adil bir tecellisidir. Yaratan Allah bizi sevdiğini söylerken, yaratılmış olan bizlerin de Yunus Emre’nin “Yaratılanı hoş gördük yaratandan ötürü.” sözünde ifade ettiği üzere, birbirimizi sevmemiz ve birbirimize katkıda bulunmamız Rabbimizin insanlık ailesinin bireyleri olarak “en hayırlı insan olmak için” bize yüklediği bir sorumluluktur. İnsanların hiçbir ayırım yapmadan birbirlerini sevmeleri, acımaları ve birbirlerine düşmanlıkta bulunmamaları “insanlık ailesinin” sorumluluklarından sadece birkaç tanesidir. Hıristiyanlıktaki “ilk günah inancının” aksine, İslâm’a göre insanlar doğarken masum ve temiz olarak dünyaya gelirler. Hiçbir insan başkasının günahının, suçunun cezasını çekmez. İslâm’da “insanlık ailesinin” bireyleri sadece temiz ve günahsız doğmaz, aynı zamanda dünyaya gelmeleriyle beraber vazgeçilmez haklara da sahiptirler. Bu haklar, dokunulmazdır. Her insanın; can, mal, namus, inanç (inanma ya da inanmama), yaşam, seyahat gibi Allah’ın kendisine doğuştan verdiği evrensel hakları vardır. Bu haklar insanlık tarihinde bir manifesto niteliği taşıyan ve bundan tam on dört asır önce irat edilen “Veda Hutbesinde” Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilmiştir. Bu tarihî konuşmasında İslâm Peygamberi; ötekileştirmeye, aşağılamaya, ayrıştırmaya karşı kıyamete kadar geçerli olacak olan şu hakikatleri haykırmıştır: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz bir, atanız birdir. Arap’ın aceme, acemin de Arap olmayana herhangi bir üstünlüğü olmadığı gibi; beyazın siyaha, siyahın da beyaza/beyaz olana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva (Allah’tan sakınma) iledir.” On dört asır önce beşeriyet, ayrımcılığın her türlüsünü yaşarken İslâm’ın evrensel değerlerini tanıma nimetiyle karşılaştı. Bundan istifade eden Müslümanlar insanlığa medeniyetler sunarken, bunca geçen zamana rağmen bu değerlerden uzak kalan Batı medeniyeti, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin21 yayımlandığı asırda bile insanlık ailesini bu ayrımcılığın her türlüsüne maruz bırakmıştır. Buna en güzel örnek; insan hakları sözcülüğüne soyunan ABD’de “zencilerle köpekler bu lokantaya giremez” yazılı tabelaların hâlâ silinmemiş olmasıdır. Zira sadece “beyazların” otobüslere binebildiği; WHİTE, Waiting Room ile zencilerin otobüslere binebildiği; COLORED, Waiting Room tabelalı otobüs durakları 1940’lı yılların ayrımcılık kokan manzaraları olarak arşivlerdeki yerini korumaktadır. Bu ve buna benzer uygulamalar İslâm’ın insanlık ailesine vermeye çalıştığı değerler üzerinden on dört asır geçmesine rağmen bugünkü medeniyetin hâlâ bu insanî değerlerin ön gördüğü noktayı tam olarak yakalayamadığının delilidir. Birebir komşuluk ilişkilerinde de aynı şekilde hiçbir ayrıma gitmeden Hz. Peygamber insanlığa şu tarihî hakikati miras bırakıyor; “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” Birleşmiş Milletlerin verilerine göre her gün 907 milyon insan aç olarak gecelemektedir. Bu veri bile tek başına bu nebevî hakikatin “insanlık ailesi” için ne kadar hayati olduğunu göstermektedir. Bu hadisin ifadesinde de açıkça görüldüğü gibi bir Müslüman, komşusu aç ise ona karşı bir ayrım yapmadan ve onu ötekileştirmeden yardımda bulunmak zorundadır. Bir başka deyişle; aç komşusuna karşı vurdumduymaz bir tavır takınmak, Müslümanın inancıyla, Peygamber’in öğretisiyle bağdaşan bir durum değildir. Görüldüğü gibi İslâm, “insanlık ailesinin” bireylerine karşı takınacağımız tavrı tercihlerimize bırakmayarak bütün ilişkilerimizde “insanca beraber yaşama hukukunu” teminat altına almıştır. 

2. İnananlar ve Ehl-i Kitap Ailesi

Gerek Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde gerekse İslâm tarihi kaynaklarında Ehl-i Kitap ile olan ilişkiler hakkında, Medine döneminden başlamak üzere çok sayıda bilgi ve yaşanmış örnek vardır. Medine’de ikâmet eden Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlarla aynı devlet çatısı altında bir arada yaşamaları, o zamana kadar tarihte nadir görülen durumlardandır. Bu huzur ortamının başta Hz. Peygamber olmak üzere Müslümanlar tarafından sağlandığı ise akıldan çıkarılmamalıdır. Zira Hz. Peygamber’in hicretinden önce Medine’nin sakinleri arasında cereyan eden savaşlar, kan davaları ve asabiye problemleri olduğu bilinmektedir. İslâm tarihine, Medine Vesikası olarak geçen 49 maddelik sözleşme, Ehl-i Kitap ile Müslümanların aynı mekânı paylaşarak belli kurallar çerçevesinde, bir süreliğine de olsa âdeta bir birlikte yaşama sanatı sergilediklerinin yazılı belgesidir. Her grubun hakları ve yükümlülükleri bu anlaşma ile kayıt altına alınmıştır. Anlaşma değişik din ve kültürlere sahip olan bu grupların bir arada yaşamasını mümkün kılmış ve bu yönüyle İslâm tarihi boyunca ve günümüzde de uygulanabilecek olan bir “toplumsal mutabakat” modelinin ilk örneğini oluşturmuştur. Bu sözleşmenin maddelerine göre; dışarıdan gelen herhangi bir saldırı karşısında Medine’nin müdafaası için Yahudiler ile Müslümanların beraber savaşmaları, bu hususta her iki tarafın da eşit yükümlülükleri olduğu, savaş harcamalarının beraber karşılanacağı gibi askerliğin de sırayla nöbetleşerek yapılacağı beyan edilmiştir. Ehl-i Kitab’tan Müslümanların hâkimiyeti altında olan, Müslümanlarla beraber yaşamayı kabul eden ve tebaa olarak adlandırılan zimmîler hakkında Hz. Peygamber’in şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Cennetin kokusu kırk yıllık mesafede hissedildiği halde bir zimmîyi haksız yere öldüren kişi cennetin kokusunu duyamaz.” “Kim ki bir zimmiye taşıyamayacağı bir yükü yükler, ondan zorla bir şey talep eder veya ona zülüm ederse bilinsin ki ben onun düşmanıyım.” Hz. Peygamber’in Hıristiyanlara sunduğu inanç ve ibadet hürriyetinin ilk örneği Necranlılarla yaptığı antlaşmada görülmüştür. Bu anlaşmada, “Allah’ın ve Peygamberin koruması Necranlıların mabetlerinin üzerinedir” şeklindeki ifade ile ilk kez ibadethaneler garanti altına alınmış ve bunların yıkılamayacağı hatta dinleri, rahipleri de Allah Resulü’nin zimmetine dahil edilmiştir. Ehl-i Kitap ile alakalı bir başka örnek de bir defasında Hz. Peygamber’e Hayber Yahudilerinin gelip bazı Müslümanlar tarafından ürünlerinin kendilerinden habersiz bir şekilde alındığına dair yaptıkları şikâyettir. Bu şikâyet üzerine Hz. Peygamber hemen Müslümanları mescitte çağırarak kendileriyle antlaşma yapılmış olanlarını mallarından izinsiz almanın haram olduğunu ilan etmiş ve bu yapılanın doğru olmadığını Müslümanlara açıklamıştır. Konu ile ilgili olarak Hz. Ali; "Bizim zimmîmizin kanı bizimki kadar kutsal, malları da bizim mallarımız kadar saldırıdan masundur/korunmuştur." demiştir. Buna benzer bir başka ifadesinde ise Hz. Ali: "Zımmî statülerini açıkça beyan edenlerin malları ve hayatları, bizim hayat ve mallarımız kadar kutsaldır ve dokunulmazdır." diyerek bu konudaki hassasiyetini tekrar dile getirmiştir. Bu hususta Hz. Peygamber döneminde yaşanan bir olay konumuz açısından hayli dikkat çekicidir. Hz. Peygamber döneminde Mekke ile Yemen arasında yaşayan Necran Hıristiyanlarının mümessilleri Medine’ye geldiklerinde Hz. Peygamber sahâbîlerle birlikte henüz ikindi namazını yeni kılmışlardı. Bu Hıristiyan heyetin ibadet vakitleri gelince, Mescid-i Nebevî’ye girip doğu yönüne yönelerek ibadet etmeye başladılar. Ancak bazı sahâbîler, bunlara engel olmak istediler. Hz. Peygamber ise onların bu konuda serbest bırakılmalarını ve ibadetlerini yapmalarına mâni olunmamasını emretti. Onlar da doğuya yönelerek Mescid-i Nebevî’de ibadetlerini özgür bir şekilde ifa ettiler. Hz. Peygamber’in bu uyarısı üzerine bundan sonra hiçbir Müslüman bu tür durumlarda, farklı inanç sahiplerini ayıplayıp onlara engel olmadı. Günlük sosyal hayatta Hz. Peygamber de Ehl-i Kitab’ı ötekileştirmeden, onlardan borç alabilmiş ve onlarla olan insanî ilişkilerini sürdürmüştür. Nitekim Hz. Aişe annemizin naklettiği şu olay bahsetmeye çalıştığımız ilişkiyi ifade etmektedir: “Hz. Peygamber’in zırhı otuz sâ‘ (bir başka rivayete göre yirmi sâ’) arpa karşılığında bir Yahudi’nin yanında rehin olarak bırakıldığı hâlde vefat etti.” Hz. Peygamber’in ve onu takip eden Hulefa-i Raşidîn’in, Hıristiyan, Yahudi ve diğer dinî gruplarla yaptığı ahitnâmeler bugün birer vesika olarak elimizde korunmaktadır. “Ahitname” olarak geçen bu antlaşmalardan bazıları şunlardır: Necran Ahitnamesi, Sakif (Taif) Akitnamesi, Eyle Ahitnamesi, Dımaşk Ahitnamesi, el-Cezire Ahitnamesi ve Ermenistan Tiflis Ahitnamesidir. Hz. Peygamber, İbn Hâris b. Ka’b ve Hıristiyan olan dindaşlarına yazdığı anlaşma metninde: "Doğuda ve Batıda yaşayan bütün Hıristiyanların dinleri, mabetleri, canları, malları ve ırzları Allah’ın, Peygamber’in ve mü’minlerin koruması altındadır. Hıristiyanlık inancı üzere yaşayanlardan hiçbiri İslâm’a zorlanmayacaktır. Şayet Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya zulme uğrarsa Müslümanlar ona yardım edeceklerdir." Antlaşma şartlarını yazdırdıktan sonra şu ayet ile onun bu hassasiyeti dile getirmiştir: “Ehli Kitap” ile ancak en güzel yöntemlerle mücadele edin. (el-Ankebut 29/46)" Hz. Peygamber’in Medine’de Yahudilerle beraber Medine Site Devleti Sözleşmesi’nde konu ile ilgili olarak yaptığı anlaşmada şu maddeler konumuz açısından dikkat çekicidir. 17. Maddesi: "Bize tabi olan Yahudilere yardım edilip iyi davranılacaktır. Bunlara hiçbir haksızlık yapılmayacak ve bunların düşmanlarına da yardım edilmeyecektir." 25. Madde: “Yahudilerden olan Avfoğulları da mü’minlerle birlikte tek bir topluluk, bir ümmettirler. Bu sebep ile bunlar da kendi inançlarına göre, Müslümanlar da kendi inançlarına göre yaşayacaklardır." 36. Madde: "Yahudiler ile Müslümanlar arasında karşılıklı yardımlaşma ve iyilik ile muamele edilecektir." Ehl-i kitap ile olan bu beraberlik ve insanî anlamdaki kardeşlik ruhu sadece Hz. Peygamber dönemiyle sınırlı olmayıp ‘‘Halifeler’’ döneminde de aynı beraberlik devam etmiştir. Zira bir kimsenin kâfir olması ona karşı herhangi bir iyiliğin yapılmasına mâni değildir. Nitekim yeni Müslüman olan Yemâme bölgesi lideri Sümâme b. Üsâl’in (ö. 12/633), Hz. Peygamber izin verinceye kadar Mekkelilere Yemâme’den herhangi bir erzak satışına müsaade etmeyeceğini ifade etmesi üzerine yiyecek sıkıntısı yaşayan Mekkeliler çareyi Hz. Peygamber’e mektup yazmakta buldular ve bu konuda kendilerine yardımcı olmasını kendisinden istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sümâme’ye bir mektup yazarak onlara yiyecek ve hububat satılmasını engellememesini emretti. Hz. Ömer yardıma muhtaç olan zimmîlere devlet hazinesinden maaş bağlamıştır. İslâm’da sadece insanlara yardım etmek değil, hatta aç ve susuz kalan hayvanlara yiyecek ve su vermek, onları ölüm tehlikesinden kurtarmak kişiye sevap kazandıran ameller arasında sayılmıştır. Gerek Kur’ân ayetleri ve gerekse de Hz. Peygamberin Medine sözleşmesindeki maddeleri, sonraki dönemlerde kurulan İslâm devletlerinin hepsi için çok önemli bir ölçü olmuştur. Emevîler, Abbasîler, Eyyubîler, Selçuklular ve en son Osmanlı Devleti’nde bunların örneklerine sıkça rastlamak mümkündür. Bugün bu devletlerin hüküm sürdüğü coğrafyalarda çok sayıda tarihi kilisenin ve havranın yer alması ve bunların birçoğunun hâlâ faal olması İslâm’ın başka inanç sahipleriyle beraberce yaşayageldiğinin en belirgin örnekleridir. Buna en somut örnek olarak İslâm’ın insanlığa medeniyet açısından bıraktığı en iyi miraslardan biri olan Endülüs’ü gösterebiliriz.

2.1. İnananlar ve Ehl-i Kitap Ailesi’nin Bir Örneği: Endülüs 

Endülüs bir coğrafya ismi olmakla beraber İslâm ve Batı medeniyet tarihinde sekiz asır gibi beşeriyetin uzun bir dönemini oluşturan ve doğu medeniyetinin Batı coğrafyasında birçok yönde damgasını vurduğu muazzam bir zaman aralığıdır. İslâm medeniyetinin Batı ile temas kurduğu ve her yönüyle Batı medeniyetini asırlarca etkisi altına aldığı bir kültür havzası ve bir medeniyet membaıdır. Emevî hanedanlığının Kuzey Afrika Valisi olan Mûsa b. Nusayr’ın 92/710 yılında İber -bugünkü İspanya- yarımadasına gönderdiği bir keşif birliğiyle buranın fethi gündeme gelmiştir. Mûsa b. Nusayr ile birlikte Berberi asıllı azatlı bir köle olan Târık b. Ziyâd’ın komutasında gönderilen bir ordu tarafından baş döndürücü bir hızla fethedilen bugünkü İspanya, tam 8 asır boyunca İslâm medeniyetinin Batı’ya açılan kapısı olmuştur. Burası aynı zamanda Batı ile Doğu kültürünün kaynaştığı, hukuki çoğulculuğun uygulandığı, çok sayıda inancın, Mağribi/Faslı Müslümanların ve Hıristiyanların aynı bölgede yan yana beraberce yaşadığı bir yer ve İslâm’ın farklılıklarla beraber yaşam modelinin adeta sembolü olmuştur. “Bu anlamda Doğu ile Batı kültür ve medeniyetlerinin motiflerini harmanlayan sekiz yüzyıllık bir tarihsel serüvene beşiklik eden Endülüs zengin bir tarihî miras bırakmıştır.” İslâm öncesi İspanya’da yaklaşık üç yüz yıllık Hıristiyan Vizigotların hâkimiyetinde kral, rahipler ve soylulardan oluşan yönetici sınıf ile köylü, köle ve Yahudilerin oluşturduğu yönetilen halk sınıfı arasında çok ciddi ve sınıfsal bir ayrım vardı. Özellikle de yönetici sınıfında yer alan Kilisenin siyasal etkinliği Hıristiyan Vizigotların totaliter bir idare yürütmesine sebep olmuştur. İslâm öncesi sert ve ayrımcı bir yönetimin hüküm sürdüğü İspanya’da halk Müslüman fatihleri adeta bir kurtarıcı konumunda görmüştür. İslâm fatihlerinin çok ciddi bir direnişle karşılaşmamaları da bunun göstergesidir. Müslümanların Endülüs’ün fethi ile burada kurmuş oldukları bu yeni hâkimiyet, aynı zamanda burada insanlar için de yeni bir sosyal modelin öncülüğünü yapmıştır. Bu modelin ana omurgasını daha önceki İslâm fetihlerde görüldüğü gibi, belirlenmiş hak ve yükümlülükler çerçevesinde gayri müslimler ile Müslümanların ortak bir coğrafyada tek bir siyasi otoritenin hâkimiyetinde birlikte yaşayabilme ilkesi oluşturuyordu. Bu ilkeleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür: - Öncelikle mal ve can güvenliğinin sağlanması, - İnançlarını rahatça yaşayabilmeleri, bu konuda herhangi aksi bir durumun olmaması, aynı zamanda mabetlerinin zarar görmemesi, - Aile birliğinin sağlanması, - Kendi aralarında vuku bulan sorunlarda kendi hukuklarını tatbik hakkının güvence altına alınması, - Özgürce yaşayıp köleleştirilmeyecekleri. Bütün bu tanınan hakların onlara yüklediği sorumluluk ise, tespit edilen miktardaki yıllık vergileri ödemeleri ve Müslümanların düşmanlarıyla iş birliği içine girmemelerinden ibaretti. Bu antlaşmalarla Müslümanların hâkimiyetini kabul eden Endülüs halkı, önceki yönetimlere göre İslâm devletinin uygulamalarında kendilerine daha esnek davrandığına şahit oldular. Bu durum onların kısa sürede İslâm devletiyle kaynaşmasına vesile oldu. Nitekim onuncu yüzyılda bir Endülüslü, kuzeyde kendi dindaşlarınca kurulmuş krallıkların varlığına rağmen Endülüs’te kalmayı ve Endülüslü olmayı o krallıkların vatandaşı olmaya tercih etmiştir. Keza bir Endülüs Yahudisi doğudaki dindaşına yazdığı bir mektupta başındaki Müslüman hükümdarı “Bizim Halifemiz”, üzerinde yaşadığı toprağı da “Bizim Endülüsümüz” diyecek kadar Endülüs kimliğiyle bütünleşebilmiştir. Böylece Yahudiler kendilerini Endülüslü ve Kurtubalı olarak görüyorlardı. Emevî sarayı, adeta Endülüs’teki toplumu bütün farklılıklarıyla en üst seviyede temsil eden bir merkez konumundaydı. Zira toplumu oluşturan dini-î ve etnik bütün unsurlar bu saraya girip burada hizmet sunma hakkına sahip olmuşlardır. Bu sarayda başta halife Müslüman, baş kadı müvelled, hekim Yahudi, mütercim Hıristiyan, komutan Saklebi, baş vezir Arap veya Berberi, ulak Sudanlı şeklinde çok farklı din, meslek ve etnik yapı aynı çatının altında toplanıp hizmet sunabilmişlerdi. 8 yüzyıllık dönemin uygulamalarından bahsetmekten önemli olduğu kadar o dönemi yine gayri müslimlerin ağzından duymak, kalemlerinden okumak da bir o kadar mühimdir. Fransız bilim adamı H. Peres’in şu değerlendirmesi bu hususta yerinde bir örnektir. “…Bu beraber yaşama biçimi, Endülüs’teki müslümanların ve İslâmi idarenin Müslüman olmayan Hıristiyan halka karşı müsamahalı oluşu bu beraberliği daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır. Zira yenilmiş hiçbir bir toplum yapılan antlaşmalarla kendilerine sağlanan hak ve sahip oldukları zimmî hukukunun uygulanması açısından İspanyollar kadar şanslı olmamıştır. Devletin bütün birimlerinde her halktan (kesimden) insanlar vardı. Bunlardan bazıları valide sultan olarak halifelerin saraylarında, bazıları mevali statüsünde, bazıları da maaşlı asker veya general olarak ordunun en üst rütbesindeydiler.” H. Peres’i haklı çıkaracak uygulamalar sadece bunlarla sınırlı değildi. Zira bu dönem, şu andaki modern devletlerin bile ulaşamadığı çoklu hukukun uygulandığı nadir dönemlerden biri olmuştur. Bu hukuka göre Yahudi ve Hıristiyanlar kendi dini kurallarına göre ibadet edebiliyor ve cemaatlerini buna göre yönetebiliyorlardı. Endülüs nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan ve kültürel anlamda Araplaşmış anlamına gelen Musta‘rebler bugünkü anlamında özerk bir yapıya sahiplerdi. Ayrıca devlet nezdinde kendi önerdikleri bir aday arasında Müslüman devlet başkanı tarafından seçilen bir kumis (comes) tarafından temsil edilmekteydiler. Vezir statüsünde olan bu idarecinin vazifesi cemaatin gerek iç ve gerekse devletle olan münasebetlerini düzenlemekteydi. Böylece Musta‘rebler kendi özel hukukunu tatbik etme imkânına sahiplerdi. Bu uygulama ya bizzat kumis tarafından ya da onun tayin ettiği ve kâdi’n-Nasârâ olarak bilinen Hıristiyan hâkim veya hâkimlerce gerçekleştirilirdi. Her inanç sahibi, kendi inancının, hukukunun kanunlarıyla yargılanırdı. Müslümanlar, Endülüs’e hâkimiyet kurmalarıyla beraber orada yaşayan farklı inanç mensubu bütün grupların başta mal, can ve yaşam olmak üzere bütün haklarını güvence altına almışlardır. Hanedanlığa özgü olan devlet başkanlığı dışında tüm üst düzey makamlara toplumsal sınıflar arasında herhangi bir ayırım olmaksızın herkes gelebilmekte ya da bu makamlara yükselebilmekteydi. III. Abdurrahman’ın (912-961) özel hekimi olan Hasday b. Şabrut halifenin bazısı diplomatik işlerini yürütmüş, bir grup şair ve entelektüel Yahudi’ye hamilik yapmıştır. Böylece hem kendi toplumun nasisi yani “prensi” hem de III. Abdurrahman’ın en yakın danışmanı konumundaydı. İslâmî idarenin merkezinde Ehl-i kitab’tan görev yapan sadece Hasday değildi. Arapça Rabia b. Zeyd olarak tanınan piskopos Racemundo da en üst düzeyde yer alan ve halifeyi temsil eden bir konumdaydı. Racemundo 949 yılında halifenin İstanbul’a gönderdiği heyette yer alırken, altı sene sonra da (955) Alman kralı I. Ottu’nun (912-973) sarayına halifenin elçisi olarak gönderilmiştir. Aynı şekilde bürokrat ve şair olan Samuel b. Nagdela (993-1056) Gırnata hükümdarına otuz seneden fazla vezirlik görevi ile beraber Endülüs’ün müktedir halifesinin en güçlü döneminde dış işleri görevini de yerine getirmiştir. Üç din mensubunun beraber yaşadığı Endülüs’te 1322-1323 tarihli Valladolid ve Toledo’daki kilise konseyleri Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanların birbirlerinin evlilik ve cenaze törenlerine katıldıklarını söylüyor. Aynı şekilde 1470 yılında kuraklığın baş gösterdiği Vales kasabasında Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlar hep beraber yağmur duasına çıkmışlardır. Farklılıklar, belirli bir ahenk içerisinde dengelendiğinde, tarih boyunca bazen birer risk unsuru olabildiği gibi, bazen de medeniyet kuran bir unsura dönüşebilmiştir. Bu anlamda Endülüs’te beraber yaşama modeli ile bu uyum yakalanmış ve yakalanan bu uyum sayesinde her etnik ve dini çevre, kendi çapındaki katkılarıyla muazzam bir Endülüs medeniyetinin kurulmasına imkân sağlamıştır. Ancak Müslümanların hâkimiyetindeki gayri müslimler bu haklara sahip iken dönem tersine döndüğünde, Müslümanlar daha önce göstermiş oldukları hoşgörü ve beraberlik hukukunun onda birini bile yeni hâkimiyet kuran Hıristiyan yönetimden görememişlerdir. Endülüs İslâm devletinin son temsilcisi olan Beni Ahmer Devleti 1492’de bir antlaşma ile teslim olmuştur. Bu antlaşma maddelerine göre, Müslümanlara kötü muamele edilmeyecek ve onların cemaat hakları tanınacaktı. Ancak bu antlaşmaya sadece üç hafta riayet edilmiş, gitgide artan zulümler adeta bir mezalim ve bir soykırıma dönüşmüştür. Çeşitli tarihlerde çıkartılan fermanlarla yüz binlerce Endülüslü Müslüman (müdeccenler), ya Hıristiyanlaşmak veya İspanya’dan çıkmak zorunda bırakılmıştır. Endülüs’ün düşüşüyle birlikte başlayan Hıristiyanlaştırma politikasının kurbanı, yalnızca Müslümanlar değildi. 16. yy. başlarından itibaren onlarla birlikte Yahudiler de bundan nasiplerini almışlardır. Hıristiyanların “İsa’nın katili hain kâfirler” olarak tanımladıkları Yahudiler, “Judeoconverses” Hıristiyanlaştırılmış Yahudiler olarak din değiştirmeyi kabul ettikleri halde İspanyol engizisyonundan kurtulamadılar. 1485 ile 1501 yılları arasında sadece Toledo’da 250 olmak üzere toplamda yaklaşık olarak 2000 Yahudi yakılarak öldürülmüştür. Yakılan, öldürülen Endülüs’teki Yahudilere kucak açan yine Müslüman bir devlet olan Osmanlı olmuştur. II. Bayezid zamanında birçok Müslüman ve Yahudi, Kuzey Afrika sahillerine geçmiş ve başta Bursa ve Selanik olmak üzere Osmanlı’nın en güzel yerlerine yerleştirilmişlerdir.

3. Mü’minler Ailesi

Kur’an’ın mübelliği ve aynı zamanda yaşamıyla rol modeli olan Hz. Peygamber’in gönderiliş gayesinin “âlemlere rahmet” olması, Kur’an’ın gönderiliş gayesinin öncelikli olarak toplumda insanî ve ahlakî bir düzenin tesis edilmesi olduğunu göstermektedir. Yaratıcı; “Mü’minler kardeştir.” emri mucibince Müslümanları aynı ailenin birer eşit ve kardeş bireyleri olarak ilan etmiştir. Zaman zaman insan olmanın doğal sonucu olarak sosyal hayatta doğabilecek olan problemlerin de diğer mü’min kardeşler tarafından düzeltilmesi gerektiği emr-i ilahisi ile, ‘‘üç günden fazla kırgın ve küs kalınamayacağı’’da yine aynı bağlamda Hz. Peygamber tarafından Nebevî bir emir olarak Müslümanlara aktarılmıştır. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettikten kısa süre sonra yaptığı işlerin başında “Muâhât/kardeşleşme” dediğimiz kardeşlik projesi yer aldı. Ensar ve Muhacirler arasında gerçekleştirilen birebir kardeşlik sözleşmesi, Medine’de kurulan İslâm devletinin sağlam bir sosyal yapı üzerine inşa edilmesini sağladı. Medine’ye hicretin hemen akabinde Hz. Peygamber’in inşa ettiği ‘‘Ensar-Muhacir kardeşliği’’ karşılıklı dayanışma hususunda İslâm tarihinde zirve bir nokta idi. Zira asabiyetin aksine aralarında kan bağı olmaksızın birbirleriyle kardeşleştirilmiş olan Müslümanlar, ilk zamanlarda birbirlerine mirasçı dahi kabul edilmişlerdi. Medine’de gerçekleşen bu din kardeşliği, her şeyden önce geçmişte Evs ve Hazrec kabileleri arasında meydana gelen ve yüzyıldan fazla süren üzücü olayların son bulmasına vesile olmuştur. Bu kardeşlik ile Hz. Peygamber’in Medine’de asabiyet yerine din merkezli oluşturduğu bu yeni Müslüman topluluk, Medine’nin en sağlam ve en örgütlü bir unsuru haline gelmiştir. Bu sağlam ve güçlü birlik daha sonraki dönemde herhangi bir zafiyete uğramadığı gibi, Hz. Peygamberin liderliğinde fonksiyonel gücünü ve etkisini daha da artırmıştır. Farklı kabileler şeklindeki yaratılışın “birbirlerini tanımak ve birbirlerine yardım” amacıyla olduğunu söyleyen yüce Rabbimiz, üstünlüğün ise ancak takvada olduğunu ilahi bir ilke olarak belirlemiş ve mü’minler arasında kurulan kardeşliği de bu ilke etrafında şekillendirmiştir. Aynı şekilde ötekileştirmenin her türlüsünden sakındıran ilahi emir şu şekilde mü’minleri uyarmıştır: “Ey iman edenler! Sizlerden erkekler diğer erkeklerle alay etmesin…Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler;zira alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Birbirinizi karalayıp, kötü ad veya lakapla da çağırmayın.” Bu ilahi emrin sakındırdığı durum cahiliye döneminden yeni dönüşmüş olan İslâm toplumunda zaman zaman kendini gösterdiğinde Hz. Peygamber tarafından hemen müdahale edilirdi. Yaşanmış olan şu olay, bahsetmeye çalıştığımız duruma en güzel örnektir: Ebû Zer bir gün Bilâl-i Habeşî ile tartışırken bir ara Bilâl’e, “السوداء ابن:” İbn Sevdâ, siyah kadının oğlu” demişti. Bu dışlayıcı söz Hz. Peygamber’e ulaştığında; Allah Resulü, cahiliyeyi çağrıştıran bu söyleme çok kızmış ve Ebû Zer’i: “Ya Ebâ Zer! Onu annesinin renginden dolayı ayıpladın hâ! Demek sende hâlâ cahiliye kalıntısı var!” diyerek azarlamıştır. Dışlayıcı sözünden dolayı hatasını anlayan Ebû Zer de bu yanlışına karşın affedilmek ve belki de nefsini cezalandırmak için kafasını yere koyarak, "Bilâl simsiyah ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım" deyip hatasından dönme ve siyahi olarak ayıplamış olduğu kardeşinden özür dileme erdemliliğini göstermiştir. Müslümanları bir vücudun azalarına benzeten Hz. Peygamber, “Birbirlerini sevmekte, birbirlerini korumakta ve birbirlerine acımakta mü’minler bir vücudun azaları gibidirler. Zira vücuttan herhangi bir organ hastalandığında vücudun diğer organları da bu hastalık sebebiyle uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” buyurarak Müslümanlar arasında olması gereken hukuki, ahlaki boyutu net bir şekilde önümüze koymuştur. Yine başka bir hadiste Hz. Peygamber, kardeşlik hukukunu ve ahlakını; “Sizden herhangi biriniz kendisi için arzuladığı bir şeyi diğer Müslüman kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz.” şeklinde veciz bir ifade ile dile getirmiştir. On asır önce Ceziretü’l-Arap’ta inen Kur’ân nuru, çok geçmeden başta Anadolu coğrafyasından Buhara’ya, Semerkand’a Cebel-i Tarık boğazından İspanya ve Fransa’nın Lyon şehrine kadar ulaşabilmiştir. Farklı etnik grupların ve çeşitli inanç mensuplarının yer aldığı bu çok geniş ve farklı coğrafyalarda Müslümanlar başta Endülüs olmak üzere uzun asırlar hükümranlığını ve insanca beraber yaşama örneğini bütün dünyaya gösterebilmişlerdir. İşte İslâm medeniyetinin Batı’yla temas noktası olan Endülüs, sekiz asırlık tarihiyle ötekileşmeden ve ötekileştirmeden bu beraberliğin en canlı örneği olmuştur. Gibbons, Müslümanların başka inanç mensuplarıyla olan ilişkileri hakkında şunları söyler: “Osmanlıların müsamahakârlığı ister siyaset ister halis insaniyet duygusu, isterse başka saiklerle meydana gelmiş olsun, bu durum şunu göstermiştir ki Osmanlılar, ilk dönemlerinde devletlerini kurarken din hürriyetini temele alan ilk millettir. Ardı arkası kesilmeyen Yahudi işkencesi ve Hıristiyanlık adına kurulan engizisyonlarda insanlık adına utanç verici türlü acımasız kararların verildiği ve uygulandığı bir asırda Osmanlıların idaresi altında olan Hıristiyanlar, Müslümanlarla beraber barış içinde yaşıyorlardı.

Sonuç

Barış, kardeşlik, adalet ve hukukun üstünlüğünü esas alan İslâm’ın en parlak dönemi Asr-ı Saâdet dediğimiz asırdır. Bu süreci esas alan İslâm devletlerinin kendi tarihleri içerisinde de zaman zaman Asr-ı Saâdet’in yansımalarını görmekteyiz. “Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap’a herhangi bir üstünlüğünün olmadığı, üstünlük ancak takva iledir” düsturuyla Veda Hutbesi’nde yer veren Peygamber’in bu yüce öğretisi ve “Sizden biriniz başka birini, bir topluluk da başka bir topluluğu alaya almasın!” şeklindeki ilahi uyarı, insanlar arasında ötekileştirmenin her türlüsünü yasaklamıştır. Asr-ı Saâdeti’de Hz. Peygamberin rehberliğinde bu ilahi öğretiler, topluma uygulamalı bir şekilde öğretilmiştir. Müslümanlar, Medine sözleşmesi çerçevesinde Yahudi, Paganist ve daha sonra civar yerlerden ilhak olunan Hıristiyanlarla aynı coğrafyada beraberce adil bir yaşamın temelini atmışlardır. Daha sonra bu dönemi kendilerine model alan birçok İslâm devletinin yanı sıra en uzun ömürlü devletlerden birisi olan Endülüs İslâm devleti çok dinli ve çok kültürlü bir coğrafyaya rağmen hâkimiyeti döneminde beraber yaşamanın en güzel örnekliğinin sergileyerek dünya tarihine geçmiştir. Endülüs’te Müslümanlar azınlıkta olmalarına rağmen çoğunlukta olan başka bir kültür üzerinde asırlarca hâkimiyetlerini sürdürebilmişlerdir. Zira İslam bütün Farklılıkları olduğu gibi kabul etmiştir. Bu sebeple, Asr-ı Saâdet’ten mülhem uygulamaları Avrupa’nın eşiği olan Endülüs’te Müslümanlar bunu en güzel örnekleriyle gösterebilmişlerdir. Ne acı bir durum ki 8 asır Batı’ya medeniyet öğreten Endülüs, Batı’nın altın çağı dediğimiz Rönesans döneminde Hıristiyan despotizmine maruz kalmıştır. İspanya’nın Müslümanlardan geri alma hareketi olan Reconquista’nın başarıya ulaşmasının ardından Doğu ile Batı’nın incisi, önemli bir medeniyet köprüsü olan İspanya’nın ufkunu zulüm bulutları kaplamış ve sadece Müslümanlar değil Yahudiler bile büyük bir insanlık dramı yaşamışlardır. Bugün Müslümanlar Kurtuba Ulu Camii gibi sembol mabetlerde hatta bu ve benzeri mabetlerin bir köşesinde bile bizzat şahit olduğumuz ibadet etme hoşgörüsü gösterilmemektedir. İslâm, ‘‘Üç aile bireyi’’ olarak insanların birbirleriyle insani anlamda olması gereken ahlakî ve hukukî birlikteliğini Müslümanların inisiyatifine bırakmamış, bilakis bu birlikteliği ilahi emir ile inanç haline getirerek bu beraberliği kıyamete kadar teminat altına almıştır. Son yıllarda Avrupa’da gittikçe artan yabancı düşmanlığı, dikkatlerimizi tekrar Avrupa’nın geçmişine çevirmektedir. Mazideki engizisyon döneminin çağrışımlarını bugün o zihniyetinin eseri (Patriotische Europäer Gegen Islamisierung Des Abendlandes/Batı’nın İslâmlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) olan “Pegida” türü oluşumların varlığı, Batı’nın başkalarıyla birlikte yaşamanın istikbali açısından üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Bu durum sadece siyasal bir yapı değil aynı zamanda oluşan sosyo-kültürel bir zeminin de varlığının kanıtıdır. Farklılıklara tahammülsüzlükle yalnızlaşan, “öteki” ve “ötekileştirme”nin kıskacında bunalıp da intihara koşan sadece bireyler değil, aynı zamanda toplumlardır. Hatta buna bağlı olarak can çekişen medeniyetlerin de bunca tarihi tecrübelerine rağmen aynı vahim akıbete doğru sürüklendiğini görmek insanlık ailesi adına üzücü bir durumdur. Bireysel ve toplumsal anlamda, yeniden, ötekileşmeden ve ötekileştirmeden hep birlikte nice Endülüs gibi medeniyetlerin inşasına insanlık olarak bugün dünden daha çok muhtacız.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0